top of page

Buz Nisan : 0-45 / 1. kısım

Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci açıları arasında kalan yaydaki bir büktü. Tekne küsü zamanlarında bükte ortalık oldukça kalabalık oluyor olmalı. Çocuklar okuldan geldikten sonra hemen her evden dumanlar yükselmeli. Bükü yengeçle, balıkla, istiridyeyle, kalamarla yapılan yemeklerin kokuları sarmalı. Çocukların kimisi oyuna dalmalı, kimisi büyüklerin işlerini saygı uyandırası çeviklikte yapmalı, kimisi insanlardan uzakta bir kuytuda tek başına dinlenmeli. İsteklendirerek öğretildiğinde ilkokul çocuklarının yetişkin işlerini eğlenerek nasıl yaptıklarını gözlemlemeli ve takdir etmeliyim. Herkesin hayat sesi, diğer herkesin hareketlerine karışmalı. Geniş katılımlı etkinliklerin ilk taze hevesli başlangıcını zamanla ‘yapılsın da bitsin’ temalı can sıkıntısına dönüştüren insan doğası gereği, etkinlik eziyete dönüşmeli ama madem başlandı, zevk alınmalı. Kazanlardan suların fokurtuları işitilmeli. Lodos estikçe ağaçların dallarının sürtüştükleri duyulmalı. Sovyet zamanında gelmiş, yerleşip kalmış Kırgız koca yır söylemeli, masallar anlatmalı, onu dinlemeliyiz. Kulaklarımıza sular seller gibi dizeler dolmalı. Öykünmeliyiz, imrenmeliyiz. Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci açıları arasındaki yayda cızırtılar artmalı, netlik düşmeli, yay gerilip büzülmeli. Kendimi belediye otobüsünde bulmalıyım. Bu pazartesi sabahında bükte dünkü küçük şölenden geriye hiçbir temsil kalmamalı. Yüzyılımızın manevî çehresi yeniden maddîye dönmeli. Herkes şehir yaşamına dağılmalı. Eve varmalıyım, film izlemeliyim, teknik çözümlemelerini yapmalıyım ve en az üç sayfalık rapor yazmalıyım. Yerel gazetelere staj başvurusu da yapacak olmalıyım. Gür bir iç geçirmeyle bilgisayarı açmalıyım. Ama önce otobüsteki yaşlı amca anlık iletişim ihtiyacını benimle gidermeli. Sıfırıncı ve kırk beşinci dereceler arasındaki yayı zınklatmalı. Ayıkmalıyım. Konuşmasının henüz başı olmalı. Gri-siyahî pantolon giymiş olduğunu o sıra ayrımsamalıyım. Sol göğüs cebinde de kırmızı dolmakalem iliştirilmiş durmalı. Gömleğin rengine, desenine dikkat edecek zaman kalmamalı, çünkü amca konuşmaya aralıksız devam etmeli. Kırmızı ışıkta durmalıyız. Beni hangi ünlü oyuncuya benzettiğini anlatmalı ve ben saygıyla biraz gülümsemeliyim. Öteki vatandaşın biri, yanındakine dün buradan geçerken şu kenar mahalleden ne kadar kötü bir kömür kokusu geldiğini, burunlarını tutmaktan, öksürmekten yorulduklarını anlatmalı… ve biraz da siyasî eleştiri yapıp ülkenin gidişiyle ilgili üç beş kelâm etmeli. Otobüsün gür motor sesinden fırsat buldukça yanımdaki amcayı işitmeliyim, onun kimi kez konuyu benden alıp gençlik anılarına ve oğlunun özel bir hastanede iç hastalıkları uzmanı olarak çalıştığına götürdüğünü seçecek kadar dikkatli dinlemeliyim. Çocuğun birinin cıyak cıyak ağlayası tutmalı. Hiç iyi olmamalı bu. Önümdeki tekli koltukta bize karşı oturan kızın başı ağrımalı, çocuğun ağlamasının onun için tam bir kâbus olduğu belli olmalı. Ona acımalıyım. Bu karmaşa sürüp gitmeli. Amca konuşmaktan asla imtina etmemeli. Onunla kitabevinde karşılaştığımızı hatırlatmalı ve ettiğimiz muhabbeti çalışmış da ezberlemiş gibi bana kesit kesit aktarmalı. Kalın kalın kitaplarla dolu rafları sürgöz ederken dışarıda yağmurun durduğunu ayrımsamış olmalıyım. Belki tam dışarı çıkmaya karar vermişimdir. Yaşlı adamla o sırada karşılaşmış olmalıyız. Tabii ki o bunu kısaca geçiştirmemeli. Meselâ tarih kitaplarına zam gelmiş olduğunu da belirtmeli. Hayal etmeliyim. Dişilerin sesleri erkeklerinkine karışıyor olmalı. Kitabevindeki insanların yarısı, mırıltıyla iletişim kuran öteki yarının aksine kitapları supsuskun bir şekilde eleyici bakıştan geçirmiş, başka insanları sanılarında teker teker silip yok etmiş ve yapayalnızlarmış gibi gezmiş olmalılar. Ben de onlardan saymış olmalıyım kendimi. Düşüncelerimi okuyormuş gibi, kulağıma babacan bir erkek sesi çalınmış olmalı. Bana ‘evlat’ diye seslenerek cümlenin sonunda, ondan önce, burada yapayalnız olmadığımı ve adımlarımı kimsenin ayağına basmadan atmam gerektiğini söylemiş, beni uyarmış olmalı. On altıncı yüzyıl veya on yedinci yüzyıl coğrafyalarından örnekler getirerek bilgi dağarcığından bana da bir tutam vermiş olmalı. Hiç de boş bir adam olmadığını kavramış ve onu candan dinlemiş olmalıyım. Dinlemek… O saatin o dakikasında, dinlemek eylemiyle ilgili, yirmi sayfalık deneme yazısına eşdeğer özet mânâlar dillendirmiş olmalıyım içimden. Yüzde yüz olasılıkla bir kadına ait olduğunu saptayabileceğim kozmetik kokusu burnumun çeperlerini sarıvermiş olmalı. İçimden yazdığım deneme yazısının imgeleri dağılıvermeli, tıkır tıkır işleyen makine gibi, sözlerini duraksızca sürdürmüş olmalı adam. Nasıl özenli ve düzgün, doğal konuştuğunu belleğimde işlemiş ve ona biraz imrenmiş de olmalıyım. Yıllarca bankada veznedarlık yaptığını söylemiş olmalı o. Yâni eski çağlardan olaylarla uzattığı anlatıyı sonunda kendisine indirgemiş olmalı insan. Her ne sorduysa ben de anlatmaya başlamış olmalıyım. Ondan aşağı kalır olmadığımı göstermek için acele etmiş, örneklemeye çarçabuk girişmiş olmamalıyım. Eski çağlardan değil, günümüzden örneklerle başlayarak kitabevindeki kalabalıktan, metrodaki, otobüsteki insanların her birinin bu şehirde yaşamaktaki amacından, para kazanmanın ve sonrasında korumanın zorluğundan, biriktirmeninse çok zorluğundan dem vurmalıyım. Ansızın bin yıl geçmişe gitmeliyim. Düşünürleri, imparatorları, bilginleri, dalkavukları, casusları konu etmeliyim. O da üstüne birkaç şey daha eklemeli. Maksat bilgi saçmaktı ise bilgi saçmış olmalıyım. Sanırım böyle tanışmış olmalıyız.


Adam hâlâ anlatmalı ve hâlâ anlatmalı. Bir an önce oradan kurtulmalıydım ve neyse ki pastaneye yakın bir durağa geldik, indim. Pastane sektörü yine insanların un ve yumurta ihtiyacını karşılamak için sakin sakin didiniyordu. Buzdolaplarının harıltıları, bütün ekonomik zincirlemeyi tek saniyede düşlemeyi başarabilene yorucu gelirdi. Sadece elini uzatıp soğuk kola veya meyve suyu tenekelerini almakla yetinenlere ise belki sıradan gündelik gürültüdür. Bunu iş arkadaşıma sordum ama arkadaşım küresel ekonomi ve siyaset dengeleri üzerine ayaküstü bir ders işlemeye ilişmedi. Büyük akvaryumun yakınında oturan iki kızdan birini kesiyordu galiba, belki her ikisini de. Kızlar kafa kafaya verip telefonda bir şey izlerken yanlarına gitti. Tiramisuları tabakları kızların parmak uçlarına değdirerek koydu. Sanırım yapmak istediği şey, kumral olan iri kızla bakışabilmekti. Sabah evden çıkmadan az evvel boyadığı tırnaklarına zarar gelmesinden endişelenen kız bir an savunmacı bir bakışla benim arkadaşa baktı. Kendisine yürüdüğünü hemen anladı ve yüz vermedi, dikkatini yeniden telefondaki bir sudoku videosuna odakladı. Bütün bu olan bitenler, amacı henüz belirsiz birer fikir taslakları hâlinde belleğimde birikiyordu. Fikir taslakları, ben insanları gözlemlemeyi arttırdıkça benim istemim dışında, gözlerimi kapatınca eğri büğrü yumaklanan renkli çizgilerle de birleşmeli, çeşitli senaryolarla harmanlanmalı. Dinlenmek için yıldızlara bakmaya ihtiyaç duymalıyım.


Ben pastaneden çıkıp eve gelirken gökyüzüne tonlarca yıldız bezenmeli. Sürekli ve iştahlıca bolivya bir rüzgar tozdurmalı ortalığı. ‘Bolivya’ burada çok eskiliği ifâde etmeli, ese ese kırçıllaşmış ve yer yer sökülmüş olmalı rüzgar, çok çok eski olmalı. Yürüdüğüm çizgiyi bozmadan, kimseyle çarpışmadan, ağaca veya herhangi bir nesneye toslamadan, olabildiğince sık, olabildiğince yukarı, olabildiğince istekle bakmalıyım. Gönlüm bolivya bir huzurun siyahında ışık yıllarınca uzaklıktan sıvı hâlde parlamalı. ‘Bolivya’ burada yüksekliği, yüksek olmayı ifade etmeli. Millerce yüksek bir kafa boşluğuyla eve gelmeliyim.


Derimden uzaklaştırdığım giysiler ve dışarı kokuları, altına girdiğim soğuk su ve içine girdiğim melankolik ayık hâl, mutfakta içime giren kahveyle yok oldular, maddesel âlemden silindiler ve sonunda, müsait olup olmadığımı bile sormadan ‘evde misin’ sorusuna ‘evet’ cevabı verdirdikten yarım saat sonra attığı mesajda dışarıda olduğunu ve kapıyı kendim açmazsam kapı zilini çala çala ve bağıra bağıra komşuları uyandıracağını söyleyen, geçenlerde tanıdığım ve hayatının yalnızca bir kısmını bildiğim mitolojik tipli kızın etkisiyle, belleğimden bile çıktılar.


Temel içgüdülerle dolu gece yarısının biraz duygusal bir anında, omuzlarımdaki güzel elleri tutarak dışarı baktım. Dört dolmuş durağı sonra azar azar görünen simsiyah deniz, bu kadar çabalamama rağmen üniversiteden sonra tam olarak ne iş yapacağımı kestiremeden ve kime âşık olmak istediğime karar veremeden yaşadığım hayat akışında mutedil kımıldıyordu. Omzumdaki eller sırtıma kaydılar ve oraya sertçe çarpmaya başladılar. Sonra yine çarptılar. Sonra yine. Kaslarımda genişleyen erkeksi haz, siyah denize mehtap gibi yayılarak bana ellerin çarpışlarını unutturdu; sanki dalgalar peşi sıra kayalara çarpıyormuş gibi doğal bir algı yarattı. O eller aynı şekilde aşağı yukarı on beş dakika daha devam ettiler galiba. Birisi tarafından istenmek güzel bir duyguydu ve Tinfe’ye o gece âşık oldum. Bunu ona söyleyiverdim. Ardından onun bana hem etleriyle hem de şeytanî ve masum duygularıyla sarılmasına izin verdim. Gezegen bir süre bizim için sapsakin ve huzurlu döndü.


Sabah okula gittim, ikindin pastaneye gittim, birkaç saat çalıştıktan sonra Tinfe’nin evine gittim. Gece dışarıda takılmayı önerdi. Cimrice düşündüm ve reddettim. Sonra fikrim değişti ve onu büke götürdüm. İki balıkçı teknede kafayı çekiyordu, onlara hayli uzaktık. Issız bir ruh hâli içinde ıslak kumlarda Tinfe’nin o zümrütvari zemherî arzularının mehtabımsı kokularında kaybolduk. Bir zaman, toparlanıp Metaforlar’a gittik.


Orada duvar saatindeki saat büktekinden daha erkendi, oysa sahnelerdeki saatler birbirlerinden bile daha ileriydi. Hangi algıya karar verememenin rahatsızlığıyla, yalnızca dört sandalyesi boş kalmış olan masaya oturduk.


Metaforlar’da Kumarbay Adam’ın adı geçiyordu. Taş sesleri resim seslerine karışmışken kırgın beyaz kadınların arkasındaki büyük koltuğa oturdu daha yaşlı bir kadın ve zaten ağlamak üzere olan kadınları ağır hakeretlerle azarladı. Yaşı ortaokul çağına yetmiş dört-beş çocuk tek kale maç yapıyordu. Zımpara sesleri, matkap sesleri, çekiç sesleri...


Metaforlar’da Kumarbay Adam’ın adı yanımızda da dillendiriliyordu. Yanımızdakiler, erkekler ve kadınlardı. Erkek olanlar, kadın olanlardan üç kişi daha fazlaydı. Kadın olanların sayısı da erkek olanların sayısı da üçe bölünemiyordu. Herhangi ikisi hariç diğerleri koyu kumral tonlarındaydı. Herhangi üçü hariç hepsi uzun boyluydu. Gülüyorlar ve anlamadığımız şeylerden konuşuyorlardı.


Metaforlar’da adı geçen Kumarbay Adam aslanağızlarının, eğrelti otlarının, sümbüllerin arasındaki yürüyüşünü bitirdi. İnsana samimî gelen bir kayanın tepesinden vâdiye bıraktı dikkatini. Çizmeleri sertti. Bağcıkları sımsıkı bağlanmıştı. Makassız kısa kot pantolonu boldu. Dinlendi. Boş fotoğrafa yapıştırılmış soluk renkli mağaraya tırmandı. Ağzı çam ağaçlarının arasında kalmıştı mağaranın. Doğada saf şeyler vardı. Adının Metaforlar’da anılmakta olduğunu biliyordu. Sarıya sahip, griye sahip, beyaza sahip, hemen hemen her renge sahip o yere hava aydınlanmadan varmak için acele etmiyordu. Sanki isteksiz gibiydi de.


Kumarbay Adam, sevimli görünen bucak köyüne indi. Ne alâkaysa söğüt ağaçlarının güzelliğiyle ilerleyen yolun sonunda, buranın artık ıssız doğa olmadığını bildiren tabelayla karşılaştı.


Metaforlar’da onu konuşanların sayısı artıyordu. Kumarbay, Metaforlar’a geldi. Curanın, saç kurutma makinesinin, loş ışıklı siyah mekânın kafalarının, masalarıyla birlikte, sesleri kesildi. Bardak çınıltısı desibelden düştü. Kumarbay kollarını kaldırdı. Kimse tepki vermedi. Kollar indi. Cura başladı. Kadınları azarlayan kadın yaygarayı kopardı. Masalara bardaklar kondu, masalardan bardaklar kaldırıldı, masalardan bardaklar kaldırırlar. Telgrafçı bağırdı neredeyse, taş kırma makinesi çalıştırıldı, öteki işçiler sıvalarına geri döndüler; bütün karmakarışıklığa rağmen kuş cıvıltıları tizdi.


Yanımıza oturdu. Biz o sırada birer tabak pirinç pilavı, yanına sarımsaklı cacık ve yarımşar da ekmek söylemiştik, yemeklerimiz daha yeni gelmişti. Kumarbay Adam bize hiç bakmıyordu. Gözlemlediğim kadarıyla, o kadar adı geçmesine rağmen ağırlığı olan deneyimli bir diplomata, kaymakama, valiye, doktora, sanatçıya, mafya babasına, iş adamına benzemiyordu. Kimlikleyememekten dolayı rahatsızlık duyuyordum, çünkü bencil duygularını uğraşsa da yenememiş günümüz insanıydım. Memleketini, mesleğini ve medenî hâlini bilmeden kimsenin yakınımda olmasını istemezdim.


Yanımızdan kalktı. Bilmediğimiz bir yere gitti. Biz o sırada pirinç pilavımızı bitirmiştik. Biraz oturup çevreyi izledik. Dokuz numaralı masadakiler, donuna kadar soyunup masanın üzerine uzanmış adamın karnına koydukları muzları altın kabzalı kılıçlarla kesip çatalla yiyorlardı. On numaralı masadakiler yemeklerini masanın altında yiyorlardı ve masalarının kenarında fişi takılı olmadan çalışan eski bir çamaşır makinesi vardı. Yirmi yedi numaralı masada yalnızca bikinileriyle oturan kadınlar önlerindeki plastik kaplardaki fındık ezmelerini ekmekle yiyorlardı ve bazı lokmaları masanın altına uzatıyorlardı, masanın altında da birileri var gibi geldi tam seçemesem de. Otuz numaralı masaya tahtırevalli kurmuşlardı.


Yemeğimizi bitirip masadan kalktık. Mekânın arkasındaki çay bahçesine geçmek için, tavanları son model sarı, beyaz, yeşil, turuncu, mavi, mor lambalarla donatılmış labirente girdik. Düzensiz aralıklarla kapıları yapılmış çeşitli odalar vardı. Odaların hepsi kapalıydı fakat daha önceki uğrayışlarımdan hatırladığım kadarıyla bazı odalarda kumar oynanıyor, bazı odalar buzhane ve morg olarak kullanılıyor, bazı odalarda siyasî forumlar düzenleniyor, bazı odalarda giyiniksizce kinbaku ve şibari gibi şeyler yapılıyordu.


Bu sıkıcı ve saçma yerden hiçbir zevk almıyordum ama tuhaf biçimde sürekçilerinden olageliyordum. Çay bahçesi meselâ; dışarıdaki hiçbir çay yerinde edinmediğim bir tadı barındırıyordu. Büyük bir ısrarcı değildim. Tinfe’yle o akşam orada ilişkimi bitirdim. Biraz dokunaklı, yüz astıran, yağmurlu bir gece olacak gibiydi. Öyle oldu. Keşke Tinfe’nin iki uçlu (bipolar) bozukluğuyla ilgili gereksiz tespitler yapmasaydım.


Yıldırımlı bir geceydi. Göle yağmur yağdı. Bulutların parlayan yüzeyleri serbest kafayla büyüdü ve daraldı. Kamyoncuların konakladığı benzin istasyonunda bir halk türküsü çalıyordu. Her taraf silme kapkara, nasıl bir yerdi. Sahil, insana ve insanın ufkuna ait değildi asla. Bağdaşık derinliklerle örülmüş tuhaf, siyah, kokulu bir yerdi. Biraz ürkütücüydü. Kumarbay oradaydı. Üzerine yıldırım düşmesi ihtimaline aldırmadan yürüyordu. Benzin istasyonuna varacaktı, eğer üzerine yıldırım inmeden olabilirse olacaktı bu. Şansı güzel gitti neyse ki. Korunaklı kulübedeki köpekler korkutucu yerden gelen tanımsız insana havladılar. Kumarbay, kamyonun birine yaklaştı. Yeni doldurulmuş deposuyla gel zaman git zamanda öte yandan geldi beri yana gitti. Kamyonun pek gürültüsü yalnız yolda serinlerdi ve duyulmaz olup kayboldu. Onu gölde buldular. Canını sokakta bulmuşa benzeyen Kumarbay, gecenin bir yarısı gölün ortalarındaydı ve teknedeydi; hem de tek başınaydı. Gün doğmadan büke geri döndü. Yıkandı. Kurulandı. Sabahleyin oralı bir arkadaşıyla nereye doğru yola çıktı. Garip bir adam demek ki. Sıcakta o yürüdükçe ter damlalarıyla birlikte tunç sesleri yankılanıyordu.

İkilemli kulaklarımda tunç sesleri ya rüyamdan geliyordu ya sanrımdan. Parçalı ve alaşımlı dünya algılarımın çarpışmasından çıkıyor da olabilirdi. Ortaokuldaki savunuculuğumu lisenin ilk yılındaki saldırganlığıma, lisenin ikinci yılındaki boş vermişliğimi üniversiteyi kazanırkenki yakıcı pişmanlığıma ve içe kapanık ezberciliğime evirmişsem, evirdiğim her parçanın genişlemesinden kaynaklanıyor da olabilirdi. Yerin ya üstünden kaynaklanıyordu ya da dibinin birinden. Sessizce sivrilip kalkamıyorum. Parmaklar uçaklara, uçaklar yastıklara ve yastıklar lambalara biçimleşiyordu. Uçakların sesi artıyordu ve Kumarbay Adam tunç sesleri eşliğinde bir göle doğru yürüyordu. Göz kapaklarımı tırtıklı tırtıklı yalayan beyaz ışıklar bilincimi ve bet beniz kenarlarımı sarsıyordu; morga giden koridordaki mutlu bir sepetçi miyim, havacılık dairesinde deneyinin sonuna yaklaşan yorgun bir uzaybilimci miyim, havaifişekler arasında kalmış sakin bir balıkçı mıyım… kendimi kimlikleyemiyordum. Kim bilir hangi benliğimin ötekisiydim.


Sinir hücrelerimin metreküplerce süren âhengini soluklarımla bölmeseydim uyanamazdım. Belki belediye otobüsündeki yaşlı amca duvarın dibindeki sandalyeyi alır, yanıma yaklaşır, dolgun tarih birikimini süresiz yayınlamaya niyetlenirdi. Morumsu kareleri o eğilip dikleştikçe yanılsamalı ve düzenli dalgalanan gömleğini giymiş olurdu ve geçenkinden farklı olarak mavi kot pantolonuyla oturuyor olurdu. Hep anlatıyor ve tartışıyor olurdu, hep fikir üretebilirdi, yorumlayabilirdi de. Hattâ, kim bilir Bâki Dökme’yi, İsmail Güler’i, Arslan Eyce’yi ve Kadir Bobuş’u bile tanıyor olabilirdi. Kimi tanırsa tanısın şaşırmazdım. Ben şaşırmadıkça o saldırganlaşırdı. Anlaşılmayan bir nedenle kızarır, kararır ve küllerini sandalyenin, biraz da yatağın dibinde bırakarak yiter, yok olurdu. O yok olmasaydı uyanamazdım, kalp atışım hızlanmazdı. Gerçek hayata eremezdim ya da bilincim açılmazdı. Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci dereceleri arasındaki yayını germeye gücüm yetmezdi.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Buz Nisan : 45-90 / 1. kısım

Çemberin kırk beşinci ve doksanıncı dereceleri arasında kalan yay’a yeni kopmuş bir yaprak kondu, sonra düştü. İlkbaharın en yaşarmış günüydü. Akıntılı toprak, atmacaların şah kaptığı kalelerin duvar

Buz Nisan : 0-45 / 2. kısım

...Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci dereceleri arasındaki yay tunçtan yapılmışsa, kulaklarımdaki tunç sesleri belki bundan ötürüdür. Bilmecelerle mutlu olan zekî insanlara özgüdür. Ya da ne bileyim,

Buz Nisan : 0 Öncesi

Sonbaharın en iri günüydü. Katlanabilir masasını ve iskemlesini taşıyarak çıkageldi. Kötü bir şapka takmıştı. Kapalı havalara uygun düşecek hareketler yapıyordu. Meselâ konuşmuyor, hiçbir şey mırıldan

bottom of page