top of page

Buz Nisan : 0-45 / 2. kısım

...Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci dereceleri arasındaki yay tunçtan yapılmışsa, kulaklarımdaki tunç sesleri belki bundan ötürüdür. Bilmecelerle mutlu olan zekî insanlara özgüdür. Ya da ne bileyim, kötüdür. İnce Memed’in Abdi Ağa’ya olan öfkesi gibi sıcaktır, sımsıcaktır. Yanlışlıkla ördüğüm sinirsel duvarımı bu yay’la eritmeseydim uyanamazdım.


Ufka dek sararan bulutların çevresinden geçen uçaklar izleriyle uykumu kilitlediği için, o izler devleşip bulutlarla karıştığı için, o bulutlar donup buz küpleri olarak yüzüme yağdığı için uyandım; yağmasaydılar uyanamazdım. Saat üç veya saat buz… nisan!


Nisan ayı gelmişti. Nisanın ilk sabahı O, geniş yanaklarında postmodern bir gülümsentiyle hayalperest adımlar atıyor, pek iktisadî hayallerle dolu olduğunu düşündüğüm hâl ve tavırlar takınarak, biraz da olgun ve alımlı görünmeye özenerek, vapur iskelesinden ayrılıp Konak Meydanı’na gidiyordu. Taşıdığı eşyalara rağmen biraz hızlı yürüyordu. Masasını Saat Kulesi’nin dibine kurmuş olmalı; turuncu eteğinin etrafında güvercinler uçuşuyordu çünkü. Kırkıncı yaşımın ilk saatinde beni uyandıran o oldu. Ardından geçmiş zamana döndü o, ben de onun peşinden gittim. O hâlâ Saat Kulesi’ni arkasına almış, oturuyor, kâğıt tomarlarını özenle okuyor ve okuyordu. Emekliler, otostopçular, turistler, esnaflar, sekreterler, öğretmenler, işsizler, işçiler, seyyar satıcılar onun yanından yürüyüp geçiyorlardı. Şişmiş, yaralı bir gezegeni daha fazla yaralamakla eskittikleri ayakkabılarını, sosyolojik tempolarla kaldırıp kaldırıp kaldırarak öndekileri hem fiziksel hem de gelir düzeyi olarak aşmaya çalışıyorlardı. Aylaklıklarını maharetle gizleyen bank bağımlıları, hep çay içiyorlardı. O, hayatın hareketliliğini kâğıtlarından uzak tutmuş, okuyor, okuyor, okuyor, okuyor ve bütün sokağa inat çok daha fazla okuyordu.


Sonra ben yine Metaforlar’a gitmiş olmalıyım. İçeride yemek yiyip çay bahçesine geçmeliyim. Saat on buçuğu geçerken Metaforlar’da kavga çıkmalı. Satış tezgâhına çarpılıp kırılan düzinelerce cam şişe taburelere bulaşmalı. Harç karıştıran işçiler kargaşayı hiç umursamadan işleriyle meşgul olmalılar. Kot pantolonlu yedi adamın kavgası seyir zevki vermeli. Boks duruşu alıp çekik çakmak bakmaları, sırtlarından akan terler, pantolonlarının bol oluşu, saldırmaları, camların üzerine serilmeleri, hırlaşmaları... Genç bir kadın elinde taptaze bileylenmiş satırla çıkagelmeli ve adamları dağıtmalı. Herkes rahat etmeli. Üç perdelik tiyatro oyununun duyurusu yapıldığında kot pantolonlu adamların kırdığı şişelerin artıkları temizlenmiş, mekânda, olağan radyo yayını akışı yeniden başlamış olmalı. Serbest nâzım ölçüleriyle oraya buraya koşan atların öyküsünün anlatıldığı tiyatro oyunu oynanmalı ve mekândakiler oyundan memnun kalmalılar. On yaşında küçük bir kız çocuğu sanata meraklanmalı meselâ. Babaannesine sarılıp "ben de tiyatrocu olacam büyüyünce" demeli. Babaannesi de "kuzum benim" deyip öpmeli çocuğu, yanağını sıkıp kucaklamalı.


Metaforlar'da tiyatro oyunu hakkında günlerce konuşulacaktı muhtemelen. Akşama da doğu-batı bileşimi dinleti yapılacağı duyurulmalı. Çok kişi gelirdi. Uygun bir mevsimde yapıldığında kapılara sığmaz, sokağa taşardı insanlar. Her ne içiyorlarsa ayakta içer, çerezlerini ayakta atıştırırlardı.


Doğu-batı bileşimi dinletilerin insanlardaki manevî etkisi yalnızca çalgıların çeşitliliğinden kaynaklanmıyordu belli ki. Hem bükün köylülerinin hem de Metaforlar’a köyün dışından gelenlerin buranın Macar ve İran köylerine eşit derecede benzeyen bir köy olduğunu söylemelerine gerekçe, caminin acem halılarıyla gösterişliliği artırılmış avlusu ile orman yolundaki tarihî kalenin çevresindeki meraların gürlüğünün aynı anda göze çarpmasıydı. Burası tabii ki de masallar köyü değildi fakat masallardaki kahramanlar daha masalsı bir köy yaratmak için bükün köylülerini birbirine kızıştırıp önce resmî, sonra fiilî müdahaleyle köye girmek ve kaleyi masal ürünleri satılan bir alışveriş merkezine dönüştürmek isteseler bu köyü seçeneklerden sayabilirlerdi. O yüzden insanlar doğu-batı bileşimi bir yerde doğu-batı bileşimi dinleti dinlemekten hem ecnebî hem de vatanî bir haz duyarlardı. O yüzden çok kişi gelirdi. Uygun bir mevsimde yapıldığında Metaforlar dolar taşardı.


Dinletinin başlayacağı vakte yaklaşılırken, giysilerini iksir maksadıyla giymiş insanlar hızlandılar. Lavaboya falan gittiler. Futbol, siyaset, araba muhabbeti ettiler. Kek tariflerini tartıştılar. Eşlerini övdüler. Ayrıldıkları sevgililerine yönelik karşılanmamış arzularını yatak macerası yaşamışlar gibi aktardılar. Bir şeyler yediler. Hayatın her binasından, her işinden, her kutsallığından, her borcundan, geçim sıkıntısından, eğitim masraflarından bahsettiler. İnsanlar yavaşladılar. Bazı şeyleri kendilerine saklamaları gerektiğine ayıktılar ve sustular. Ortam kalabalıklaştıkça suskunlaştılar ve yavaşladılar. Aslında tavandan verilen ışıkların biyokimyasal tepkilerine maruz kaldılar, o yüzden sessizleştiler, yavaşladılar. Dinletinin başlayacağı vakte yaklaşıldı. Deri renklerine, saç renklerine, mizaçlarına göre çeşitlendiler. Sahneye çıkacak olan müzikçiler için kimin kim olduğunun farkı kalmadı. Müzikçiler, alkışlarla birlikte sahneye çıktılar ve müziklerini yapmaya koyuldular. Bir tane nota bile yanlış basılırsa huzurlarının kaçacağının, müziğin sınırlı bir özgürlük olduğunun bilincindeki kalabalığa sınırlı özgürlük dinletiyorlardı.


Kumarbay Adam yine Metaforlar’daydı. Sahnede “Buranın Perisinin Doğum Günü” çalınıyordu. Yaklaşık bir buçuk dakika süren viyolin solosunu elektrogitarın can alıcı sesiyle sonlandırdılar ve bundan sonra bateri, tulum ve gitarı hızlı bir ritimle takip ettiler. İnsanın hayal evrenindeki kumları savuran, deniz kabuklarıyla dolduran, rahatsız edici ama aynı anda hoşluk verici üç buçuk dakikalık ses birlikteliğinin ardından yeniden sade viyoline geçtiler. Gitarın son notasını biraz daha uzatsalar da kulaklar viyolinin güçlü sesiyle kaplanıverdi. Kumarbay Adam mekândaki herkes gibi grubu alkışladı. Maden suyunu yudumlamadı hemen.


Kumarbay Adam’ı sabahleyin baygın buldular. Kumarbay Adam bayılmadan önce ışıklar söndü. Işıklar sönmeden önce mekânın kapısı kapatıldı. Kapı kapatılmadan önce garsonlar masaları toparlıyorlardı. Masalardan insanlar kalkmıştı. İnsanlar o masalardan kalkmadan önce içkiler içiyorlardı. İçkilerini bitirmeden önce, sahnedeki piyanocu kadını alkışlamışlardı. Çünkü kadın ardı ardına bir pes, bir de tiz şarkı söylemişti ve sesini ustaca kullanmıştı. Ayrıca, her dize derin mânâlarla yazılmıştı. Kumarbay Adam kendi mânâlarında boğuluyordu. Masaya zar atmıştı. O, zarı masaya attığında piyanocu kadın pes şarkıya giriş yapmak üzere parmaklarını piyanonun tuşlarının üzerine getirmişti. Nefeslerini düzene sokmakla meşguldü, çünkü az önce viyolinci ekip arkadaşıyla aralarında kısa bir konuşma geçmişti. Viyolinci “Kızılay’daki Pis Kuşlar” adını verdiği yeni bestesini seslendirmeyi bitirip viyolini omzundan indirir indirmez olmuştu bu. Dinleyiciler, alkışlarını, viyolinci ortalığı tok sesiyle inletirken yapmıştılar ve o son notanın son salisesinde dudaklarını bardaklarına dokandırmak ya da sandalyelerinde yaslanmış hâlde beklemek veyahut da eşlerinin, sevgililerinin ellerini tutmak, kollarına sarılmak ile meşguldüler. Şarkının adı “Kızılay’daki Pis Kuşlar” olsa da sözleri aşk, ayrılık, köpek ve mazot ile doluydu, âşıkların içi titremişti. Otuz saniye önceye kadar, mekândaki çoğu kişi ağlıyordu bile. Nakaratı ilk duyduklarında başlamışlardı aslında, üç dakika önce. Zaten hemen evvelinde Neşet Ertaş’ın Zahide’siyle yeterince kederlenmişlerdi. Piyanocu kadın söylemişti onu. Ama öyle bir söylemişti ki… Cam bardaklarda ve mendille temizlenen gözlüklerde şekli şişen, eğrilen bu esmer kadın; tonlamalarıyla, yükselip alçalmalarıyla, herkesin kalbini avuçluyor, sıkıyor, gevşetiyor ve yerlerinden koparıyordu. Fakat Kumarbay Adam duygu krizine girip canına kıymaya kalkışmadı. Başka bir şey oldu.


Kumarbay Adam’ı Metaforlar’ın arka çıkışında buldular. Metaforlar’ın arka çıkışı; çay bahçesi olarak kullanılan, üzüm asmalarının, kiraz ağaçlarının, limon ağaçlarının, biber saksılarının, çok büyük gazoz ve meyve suyu şişelerinin konduğu bir buzdolabının da olduğu kullanışlı bir yerdi. Tengri Ağacı’nı simgeleyen bir heykelin çevresinde dergi sandıkları vardı. Bu sandıkların altında kilimler seriliydi. Kumarbay Adam’ı, üst üste yığılmış dergilerin üzerinde yatarken buldular.


Cumartesi sabahı Metaforlar patlatıldı. Masaların, sandalyelerin, piyanonun, bardakların, tiyatro perdesinin, hattâ kapılarla pencerelerin bile aşırıldığı tuhaf bir olaydı. Daha bunun şoku atlatılamamışken ertesi perşembe gece yarısı Metaforlar gerçekten patlatıldı. Civardaki köylerde ve kasabalarda da işitildi. Enkazdan, elliden fazla mutfak tüpü çıkarıldı. İki gün böyle geçti. Akıl uçuklatan öteki gelişme pazar günü yaşandı. Sabahleyin herkes uykudayken Metaforlar’ın enkâzı sessizce temizlenmiş, kiraz ağacının dibine bir köpek kulübesi konmuştu. Yanında kırmızı bir radyo vardı. Cılız sesler çıkıyordu. Sabah haberleri olmalı. Anlaşılamamalı çünkü mutlaka bir ses radyonun sesini bastırmalı; horoz, çocuklar veya arabalar, uçaklar, her neyse…


Nisanın ikinci gecesinde parlak bir üşüme, parlatıcı bir soğuk vardı. Üşümem niye, acaba niye hastalandım? Derimin dış yüzeyinde anlamsız bir ilkbahar soğuması oldu, teğet geçtiğim REM rüyâları oldu. Biraz da titrenti geldi. Kendimi mutfağa iteledim. Işığı açtım. Pencerede biraz silik, biraz tozlu duran yansımamın yarısı ılıktı. Kaynayacağına inanamayarak su kaynattım. Onunla kahve yaptım. Uykum geri geldi. Uyudum. Sonra, açması gereken vakitte güneş açtı, olması gereken vakitte sabah oldu.


Doyurulmamış, şaşkın, yetersiz bir kıravattı tost yaptığım ekmeğin kenarından düşen şarkı. Beni sürekli daha genç olmaya özendiriyordu. Daha genç olup ne yapacağımı bilmiyordum. Bu belirsizlikten ürktüğümden yaşlanmayı seçmek istiyordum. Yaşlanınca, eskide hiç yaşamadan kaybettiğim duygular ve hiç tanışmadan uzaklaştığım insanlar var gibi bir sanıya kapılıyordum. Yaşımda kalmak için çabalamanın daha mantıklı olduğu kanısına varmıştım. Yaşıtlarımın insanlık değerleri de döviz gibi inişli çıkışlı olduğundan, yaşımda kalmaya çalışmak zorlaşıyordu. Yaşsız olmak ise, bütün inançların bütün tanrılarına özgüydü. İnsan yirmi iki yaşında genç de olabilir, yaşlı da. Daha doğrusu, ne kadar yaşı varsa o kadar genç veya o kadar yaşlı olabilir. Güzel bir pazar sabahı yaşlı olmayı seçtim.


Narin yellerle serinleyen öğle sarılığında, bir süre, üç saate yakın, durgun bekledim. Metaforlar’ın yok edilmiş olmasının ne kadar acı verici olduğunu yeni yeni kavrıyordum. Dün gece galiba farkında olmadan şok geçirdim, ondan üşüdüm. Orada insanların varlıklarını, konmuş bütün nesnelerin, götürülen ve getirilen bütün nesnelerin, insanların adlarının, insanların yaptıkları hareketlerin, gerçek mi gerçek dışı mı olduğunu tam olarak anlayamadan zaman geçirmeyi seviyordum. Sanırım pek çok insanın oraya gitmekteki nedeni de böyle bir şeydi.


Son Yazılar

Hepsini Gör

Buz Nisan : 45-90 / 1. kısım

Çemberin kırk beşinci ve doksanıncı dereceleri arasında kalan yay’a yeni kopmuş bir yaprak kondu, sonra düştü. İlkbaharın en yaşarmış günüydü. Akıntılı toprak, atmacaların şah kaptığı kalelerin duvar

Buz Nisan : 0-45 / 1. kısım

Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci açıları arasında kalan yaydaki bir büktü. Tekne küsü zamanlarında bükte ortalık oldukça kalabalık oluyor olmalı. Çocuklar okuldan geldikten sonra hemen her evden dum

Buz Nisan : 0 Öncesi

Sonbaharın en iri günüydü. Katlanabilir masasını ve iskemlesini taşıyarak çıkageldi. Kötü bir şapka takmıştı. Kapalı havalara uygun düşecek hareketler yapıyordu. Meselâ konuşmuyor, hiçbir şey mırıldan

bottom of page