top of page

Buz Nisan : 45-90 / 1. kısım

Çemberin kırk beşinci ve doksanıncı dereceleri arasında kalan yay’a yeni kopmuş bir yaprak kondu, sonra düştü.


İlkbaharın en yaşarmış günüydü. Akıntılı toprak, atmacaların şah kaptığı kalelerin duvar diplerinde topaklanıp seyreliyor; yamaç boyunca bir doğal ağlamaklı insan, eşeğin yularını elinde tutarak, bu ıslak toprağı ezim ezim ezimleyip ilerliyordu. Kaymamaya özen ederek, dik durarak, koyu bulutlardan bunalarak iniyordu. Eşeğini yularından çekip götüren orta yaşlı bir köylüydü. Çok üzgündü bu adam.


Ormanın kara saçlarının büyülendiği sağır soğuk saatlerde Uygarlığa Dünya’dan ışıltılar yansırdı. Eşeğini çekip yürüyen adamın olduğu yamaçta biçimlendi Dünya ışıltısı. Adam, bilmediği memleketlerin birine girmişti. Henüz hiçbir insanla karşılaşmadığındandır, bunun farkında değildi veya farkındaydı ama herhangi bir insan kıyaslaması yapamadığından duygu değişimi göstermiyordu. Ayrıca kara bulutlar da hâlen yerli yerindeydi. Fakat köy değişmişti. Öğretmenin evinin yerinde daha basık ve çatılı bir ev konuktu. Karşısında hayvan ağılı vardı. Kovukları geniş, büyük ağaçlar ağılın yüz elli metre gerisinden baş alıp en yakın göle doğru sıkışa sıkışa çoğalıyordu. Her çağın ve her yurdun hayvanlarındandı köpekler ve boz olan iki tanesi ağılın önünde yatmışlardı. Adam, eşeğiyle evin ve ağılın arasından geçip başka evlerin ve ağılların arasına giden yolu takip etti. Hava soğuktu. Köpekler havladılar. Yürüdü gitti Dünya insanı. Hâlâ bir şeye üzgündü.


Evlerin bahçelerinde akşam olacaktı. Kösüre taşları ve satırlar hazırlanmıştı. Biley taşları emanetleşilecekti. Tavuklar vardı, belki de tavuklar kesilecekti. Köylüler acaba sık sık tavuk mu yaparlardı? Yoksa geleneksel bir gün müydü? Bu sorular zihninde oluşmadı bile adamın. Sıkışmıştı ve şimdi önceliği ihtiyacını giderebileceği çalılık alan aramaktı.


Akşamın küfürlerle örtüldüğü, çocukların gezindiği, evlerden dumanların tütüştüğü ama yağmurun inmediği, tayganın yaşarmadığı, havanın boşanmadığı bir yeri ziyaret ededüşmüştü adam. Dünya ışıltısı bitince gene Uygarlık’ta olacaktı, kendi alıştığı çevrede olacaktı adam. Kendini burada yapayalnız bulmaktan dolayı hassaslaşmıştı. Kıştı. Çok üşüyordu. Evin birinden bir annenin azarını duydu. Türkçe dışında bir dildeydi. Çocuğuna dışarıda havanın soğuk olduğunu söylüyor, bisiklet sürmemesini tembihliyordu.


Çocuk bisiklet sürmek istiyordu ama annesi hava soğuk diye izin vermiyordu. Çocuğun arzusunun engellenmesi ve sonra o çocuğunu ağladığını duymak üzücüydü. Oysa o yörenin insanlarına göre havada aşırılık yoktu, sıfırın altında değildi. Annesi birkaç söz daha saydı ama deminki kadar bağırmamıştı. Nihayetinde, çocuk sustu.


Adam, bir konukgelmişliğe girdi. Eşeği konukgelmişliğin ahırına aldılar. Adamı içeri buyur ettiler. Adam ne denli yorgun olduğunu içerinin sıcaklığıyla ayrımsadı. Altı erkek ve dört kadından oluşan grup, sobanın yakınında masa kurmuştular, muhtemelen yemeklerini daha önceden yemiştiler, bira içiyorlardı. Uygarlık’tan gelen adam, sedirde oturdu ve kafasını eliyle savmaca avuçladıktan sonra, çizmelerini çıkarıp uzandı. Tam sızacaktı ki kendisine seslenildi. Yine o dilde, bira içip içmeyeceği soruldu. Adam her ne hikmetse bu deneni de anladı ve bira istedi.


Odasının hazır olduğunu söylemeseler belki de sedirde yatıp kalırdı. Yorgunluğun üstüne ılık bir birayı geri çevirmedi. Kap’tan üç beş yudum aldı ve kendini rahatlamış duyumsayıp odasına çıktı. Duvarlar temiz değildi fakat it pislemiş gibi kirli de değildi. İnsanlar maddî güçleri yettiğince derli toplu tutmaya çalışmışlardı işte. Köylerdeki evler ne kadar batkınsa veya ne kadar paksa, burası oralarla aynıydı. Çatının ahşap kirişleri çıplak bırakılmıştı. Kapılarda sökükler yoksa bile çatlaklar vardı. Odalara dar denebilirdi. Basit birer konukgelmişlik odalarıydılar sonuçta. Fakat adam saraydaymışçasına deliksiz bir uyku uyudu. Dünya ışıltısından hoşnut kaldı.


Sabahın ağaran horoz ötmeleri, eşek anırmaları, köpek sesleri, konukgelmişliğin çevresini sarmıştı. Yağmurla ve tipiyle geçen altı günün ardından o ülkede güneş açmıştı. Nedir ki, havanın soğuğu kırılmış değildi henüz. Çobanların söylediğine göre önlerinde yine uzun ve karlı haftalar vardı. Körfez’den kısmî çatışmaların haberi de alınmıştı. Adam o dönemin parasıyla borcunu ödeyip konukgelmişliği terk etti. Hâlen üzgündü. Eşeğine bindi ve kara ladinlerle kaplı düzlük yolda tıpış tıpış gitti. Komşu il'e doğruydu yolu.


Hava soğumalı, bulutlar yaklaşmalı. Ortalık dibine kadar soğumalı, tâze toprak kokmalı ama Dünya’nın ışıltısı hâlen sönmemeli. İlden ile giden yolda kar sepelemeli. Uygarlık’tan gelen adam konuksever bir kasabalının evine girmeli. Çimmeli. Çimer çimmez de dışarı çıkmamalı. Ülkenin tekmil beyaza kestiğini hatırlamalı. Böyle soğukların, alışık olmayanlar için ölümcül olabileceğini hatırlamalı. Uygarlık’tan olan kimse, Dünya ışıltısında ölmek istememeli çünkü. Çünkü insan Uygarlık’ta ölmeli, Dünya’da değil.


Ev sahibi, adama sıcak bir kahve sunmalı; ev sahibi, adama sıcak bir kahve sundu. Mutfakta oturuyorlardı. Ev sahibinin kocası konuşkan biriydi. Bir sınır şehrindeki oğlunun yanına gideceklerdi haftaya; torunu doğmuş olmalıydı veya en azından doğmasına az kalmıştı. Orada bir hafta kalıp döneceklerdi.


Küçük oğlu otuz yaşına geçen ay girmişti, gelini de hemen hemen aynı yaşta bir ilkokul öğretmeniydi. İşte onun çocuğu doğmak üzereydi. Büyük oğlu Sovyet’e çalışmaya gitmişti, ne zaman gelecekti, kim bilir. Körfez’de yeni çatışmalar çıktığını duymuştu, korkmak gerektiğini söyledi. Bir sebze yemeği yediler. Uygarlık’tan gelen adamın üzüntüsü aynı kaldı. Güneş de açmaya başlamıştı.


Dünya ışıltısı solmaya başlarken, turuncu duvarın önündeki içi balla doldurulmuş, camdan yapılma küçük at heykeline ikindi güneşi tayfları sürtünüyordu. Bu manzara, Uygarlık’tan gelen adamı etkilemiş gibiydi. Güneş ışığı saat ilerledikçe atın kafasından boynuna, en sonunda kuyruğuna kadar dokundu. Balın renginin bir cam içerisinde böyle şahane görünebileceğini hiç zannetmemişti. Neşelenmedi ama hayret etti.


Atlar üzerine konuştular. Ev sahibi adam, Uygarlık’tan gelen adamın şimdiye kadar şu at heykeliyle ilgili bir şey sormadığına şaşırmıştı, oysa her misafir mutlaka bu at üzerine bir soru sorardı. Bu sefer ev sahipleri konuyu kendileri açtılar. Ölen atlarından bahsederken duygulanırlardı. Yine duygulandılar. Bu gördüğü atın kendi ölen atları olduğunu söylediler. Türüyle, yaşıyla, koşum takımlarıyla, içtiği sularla, üzerinde yürüdüğü karlarla, canını acıtmamak için hiç kamçı kullanmadıklarıyla, atın pek de hızlı koşamadığıyla ama canlarından bir parça olduğuyla ilgili ortak bir söylev verdiler. Uygarlık’tan gelen adam, samimice gülümsedi, üzüldü de. O da iki üç kısacık sözle kendi eşeğinden bahsetti.


Camın içini neden balla doldurduklarını sordu. Birisi burnunu çekti. Ötekinin de kesik kesik nefesi işitildi. Elleriyle masaya destek aldıkları hâlde neredeyse yerlere serileceklerdi. Ev sahipleri ağlayarak mutfağa koştular. Uygarlık’tan gelen adam onları incitmekten dolayı vicdanen rahatsız oldu. Karıyla kocanın hüngür hüngür ağlama seslerini dinledikçe rahatsızlığı arttı ve suçlulukla yerinde oturamayıp pencere kenarına gitti. Kaskar bürünmüş bütün coğrafyaya ufak hayranlıkla bakarak oyalanmaya çalıştı. Birkaç kilometre ötedeki köyün bazı evlerini de yamacına alarak yükselen dağı örten koyu renkli ormanı seyrededurdu. Ev sahipleri nispeten sakinleşmiş hâlde yemek masasına geri oturdular. Bira da ikram etmek istemişlerdi. Hep birlikte bira içtiler.


Uygarlık’tan gelen adama sormayı unuttuklarını söyledi kadın: Uygarlık’tan gelen adam nereliydi? Onların dilini konuştuğu hâlde kendilerinden değildi. Giyimi kuşamı da buraya uygun değildi. Canlarını acıtmadan önce vatandaşlarıymış gibi rahatça ağırladıkları adamın yabancı olduğunu, ağlama krizi geçirdikten sonra hatırladılar. Uygarlık’tan gelen adamı Tulokas diye çağırır oldular. Daha önce Herra” diyorlardı. Yine de ilk baştaki gibi kabul edici davranmaya devam ettiler.

(tulokas: yeni gelen) (Herra : Bey)


Tulokas, nereli olduğunu söylediğinde ev sahipleri ilk başta inanamadı. Yıllardır Körfez’deki siyasal sorunlardan ve geçim dertlerinden çeken bu insanların kendi kıtalarından başka coğrafyalarla ilgili bilgileri yarım yamalaktı. Başka kıtalardan yabancılarla hiç tanışmamışlardı. Belleklerinde Uzak Doğu’dan başka bir Asya tasviri yoktu meselâ. Tulokas’ın Asyalı olduğuna da bu yüzden hayret ettiler.

Tulokas’a çok soru sordular. Sorular arttıkça Tulokas anladı ki bu insanlar başka kıtaların diyarlarını hep karıştırıyorlardı. Kendi ülkesinde de bu insanların ülkesini Sovyet sananlar vardı gerçi. Onlarla biraz daha muhabbet etti, kendi ülkesiyle ilgili soruları ayrıntılı yanıtladı, soruları geçiştirmedi, en sinir bozucu olanlarını bile.


Dünya ışıltısı soldukça Tulokas gitmek için acele etti. Demeye kalmadan Dünya ışıltısı bitti ve Tulokas, Uygarlığa geri döndü.


Günlük yaşam olağan hâliyle geçiyordu. Evin çevresinde ellerinde dondurmalarla çocuklar koşturuyordu. Kendisinin de en küçük çocuğu az önce ağlaya ağlaya eve girmişti; düşüp dizini yaralamış. Dördüncü çocuğuna gebe karısı çocuğu iyice azarlayıp banyoya soktu. Evin on yedi yaşındaki büyük kızı yine havanın sıcaklığına aldırmadan odasında oturuyordu. Komşu çocukların “Artık sen kadın oldun, bizimle oynayamazsın.” diye alay ettiği günden beri evden seyrek çıkar olmuştu; meselâ çok özene bezene diktiği biberleri, domatesleri, günebakanları, limon ağaçlarını sulamak için veya köy fırınından ekmek almak için veya istemeye istemeye okula gitmek için, bir de Büyük Dama Ocağı’nın idmanlarına gitmek için. Aslında komşuların on yaşlarındaki veletlerinden başka, katıldığı başka ortamlarda kimse onun başından geçen travmayı daha da kötüleştirmiyordu.


Yirmi beş yıl önce Uygarlık’taki bütün ülkelerde istismara uğrayan bütün çocukların ya ordunun harp okullarına ya da Spor Bakanlığı bünyesindeki bir spor otağına kaydolması zorunlu kılınmıştı. Devlet eliyle zor belâ yaygınlaştırılan kamuoyuna göre, böylece insanlar istismara uğrayan çocukları istismara uğradıkları için değil, orduya ya da spor ocaklarına katılmadıkları için dışlıyorlardı. İnsanların dışlamalarını, ötekileştirmelerini, ayrımcılıklarını kökten bitirecek çözümler henüz üretilemedi. Uygarlık’taki devletler çareyi ötekileştirmelerin odaklarını değiştirmekte buldu. Meselâ komşuların bir kısmı aileye Elçin’i harp okuluna yazdırmadıkları için hâlâ tavır koyuyordu.


Elçin’in istismarı iki yıl önce oldu. Olay köy fırınında on dokuz yaşındaki bir çıraktan kaynaklandı. Anlatılanlar bunlardan ibaretti. Dedikodular hiç bitmese de olayın ayrıntılarını aile, Elçin ve o dönemki köy zabıtaları dışında kimse olayın ayrıntılarını bilmedi.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Buz Nisan : 0-45 / 2. kısım

...Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci dereceleri arasındaki yay tunçtan yapılmışsa, kulaklarımdaki tunç sesleri belki bundan ötürüdür. Bilmecelerle mutlu olan zekî insanlara özgüdür. Ya da ne bileyim,

Buz Nisan : 0-45 / 1. kısım

Çemberin sıfırıncı ve kırk beşinci açıları arasında kalan yaydaki bir büktü. Tekne küsü zamanlarında bükte ortalık oldukça kalabalık oluyor olmalı. Çocuklar okuldan geldikten sonra hemen her evden dum

Buz Nisan : 0 Öncesi

Sonbaharın en iri günüydü. Katlanabilir masasını ve iskemlesini taşıyarak çıkageldi. Kötü bir şapka takmıştı. Kapalı havalara uygun düşecek hareketler yapıyordu. Meselâ konuşmuyor, hiçbir şey mırıldan

bottom of page