top of page

Sosyal Çevreyi ve Alt Kültürü Yaratmak

Eski Hintçe Satapatha-Brahmana’da şöyle bir efsane anlatılır((1)): Tanrı İndra’dan intikam almak isteyen ihtiyar bir büyücü, bir indraşátru (İndra’nın katili olan birini) ifade edip yaratmak ister. Fakat en önemli büyü formülünü söyleyeceği sırada dili sürçer, ikinci a’yı vurgusuz ve kısa sesleterek indraşatru (katili İndra olan birini) ifade eder. Tanrı İndra da büyücüyü kolayca öldürür. Sanırım kurmak veya dağıtmak, yakınlaşmak veya uzaklaşmak istediğimiz bir sosyal çevreyi kurarken de bu hatalı tercihlerden dolayı istenmedik durumlara giriyoruz. İletişime geçmelerimizin sıklıklarından yoğunluğuna ve uzunluğuna, kullandığımız sözcük sayısından konuşma hızımıza, el kol hareketlerimizden bakışlarımıza ve yüz ifadelerimize, mesaja eklediğimiz emojilerden attığımız randomlara kadar; sosyal ortamlarımız aklımızdakileri nasıl yansıttığımıza göre biçimleniyor. O kadar ki bazen gereksiz bir tane fazla laf veya gerekliyken bir tane eksik laf söylediğimizde, kurmaya çalıştığımız çevreyi kendi elimizle dağıtmış oluyoruz veya kurmamaya çalıştığımız bir çevreyi yine aynı tür yanlış tercihlerden dolayı kurmuş oluyoruz. Yani kendimizi kime ve neye göre algıladığımız ve bu benlik algımızı nasıl ifade edip hissettirdiğimiz, şu anki durumumuzun nedenleri.

Wittgenstein((2)), dilin düşünceyi örttüğünü, sırf örtüye -dille ifade edilenlere- bakılarak asıl düşüncenin çıkarsanamayacağını, çünkü örtünün amaçlı şekilde biçimlendirildiğini söylemiş. Peki insan, düşüncelerini bir başka insana aktardığında saf düşüncesini mutlaka biçimlendirmiş olur mu? Evet, olur. Peki insan, düşüncelerini üretmekle niçin yetinmez de bir başka insana ifade etmek ister? Evet, çokça dendiği üzere, bir doyuma ulaşmak için. Bu doyum karmaşık, birden fazla duygudan oluşan çok öğeli bir yapı: içinde diğer insanların duygularını olumlu ya da olumsuz etkilediğinde kendi gözünde kendisinin değerini artırmış olmaktan duyacağı mutluluk var, başkalarını değerli görmek ve böylece kendine bir “özel”ler, “değerli”ler takımı yaratmış olmaktan dolayı duyacağı kıvanç var, tek başına gideremeyeceği acil bir ihtiyacı giderdiğinde yaşayacağı rahatlama var, biriktirdiği duygularını boşalttığında bu duygu boşalmasının ciddiye alınmaya değer bir olay olarak görüldüğünü algıladığında yaşayacağı önemlilik ve güvendelik duygusu var, basmakalıp görünmemekten dolayı kendisini özel hissetmenin mutluluğu var,... Diğer bir deyişle, insanın bütün iletişimlerinin sonuçta kendisine yönelik olduğu fikrine katılıyorum.

İnsanın düşüncelerini üretmekle yetinmeyip iletişim kurmasının amaçlarından söz ettikten sonra, bunu nasıl yaptığından da bahsedelim.

Arkadaşım; düşünceni hangi dilde ifade edersen et mutlaka bir gramer kuralına ve kültürel anlayışa göre ifade etmek, karşındaki insanın anlayabileceği belli bir düşünce kalıbına sığdırmak zorundasındır. İnsan, zihniyle düşünür ve aklıyla ifade eder. Akıl zihinden daha küçüktür. Dolayısıyla zihindeki veri tabanına kıyasla akıldaki veri tabanı daha dardır. İnsanın zihnindeki düşünceler kendiliğinden oluşur çünkü sağlıklı beyin sürekli yeni sinirsel bağlantılar oluşturur ve bu istemsiz bir davranıştır; yani insan düşündüğü için var değildir; var olduğu için düşünüyordur. Bu görüşü savunan düşünürler her kimse ben de onlarla bu görüşü paylaşıyorum. Zihinde durmadan yeni düşünceler üretilir; mevcut düşünceler güncellendikçe bile yeni birer düşünceye dönüşürler.

Düşünceler iletişimin amacına göre biçimlendirilir. Bu olay, Wittgenstein’ın “örtme” diye tanımladığı şeyin ta kendisi. Saf düşüncelerin belli amaçlarla kılıflandığı, yani akıl’da biçimlendirilerek “fikir” hâline getirildiği an. Bu andan sonra fikirler farklı bağlamlara göre öneri, öğüt, soru, uyarı, tehdit, icât, keşif, itiraf, espri, şaka, sayıklama, duygu paylaşımı, sanatsal olay örgüsü, resmî yazı gibi hâllere sokularak ifade edilirler. Böylece mesele şöyle bir görünüme girdi: Düşüncelerimiz “var olmak”tan kaynaklanırlar, düşüncelerimizi psikososyal amaçlar için fikirler hâlinde başkasına aktarırız. Sesli ya da sessiz düşünmemiz fark etmez; başkasına aktarsak da aktarmasak da düşüncelerimizi dil kalıplarına geçirdiğimiz anda düşünce olmaktan çıkarmış, fikirleştirmiş oluruz.

Düşüncelerden fikirler kurulduğu gibi, fikirlerden de kültürler kurulur. Eliot’un((2)) tanımına uyarak, kültürü “Doğumdan ölüme, sabahtan akşama kadar ve hattâ uykuda bile bir halkın sahip olduğu inanç, bir bakıma bütün bir yaşayış biçimi” olarak görüyoruz. Tabii ki herhangi bir sayıda üyesi olan herhangi bir insan grubunun belirlediği “en genel”, “en kapsayıcı” bir kültür ve bunun yanında değişik sayılarda alt kültürler vardır. Katmanları ine ine yine bireysel fikirlere ulaşırız. Fikirden öteye gidemeyiz çünkü bizi burda Wittgenstein durduruyor. Örtü varmış. Wittgenstein hâlâ haklı. İnsanın zihninin içine şimdilik sadece çok gelişmiş tıbbî cihazlarla bakabiliyoruz; onda bile kendi yorumlarımıza ihtiyaç duyarız. Yani kültürün köklerine tamamen ulaşmamız için Elon Musk’ın çiplerinin seri üretime geçmesini beklememiz gerekiyor.

Aslında kültür, bir ortamda birbirini fark eden birden fazla kişinin olmasıyla, yani bir psikososyal durumun başlatılmasıyla ve başka ortamlara genellenip kabul veya reddedilmesiyle oluşur. Herhangi bir psikososyal durum; ortak bir sözlü veya bedensel dil kurulduğunda başlar. Bu psikososyal durum daha kapsamlı bir ortamda kabul edilirse “en genel kültürün” biçimlenmesine bile neden olabilir, çünkü kabul gördükçe daha da kapsamlı bir ortama yayılacaktır; reddedilirse, ya bir alt kültür hâline gelir ya da belki o fikri icat eden kişi bile onu tamamen terk edebilir.

Kendimizin ürettiği fikir olsun veya başkaları aracılığıyla bize ulaşan fikir olsun; farklı bağlamlarda bu fikri kabul edip etmememize göre konuşmalarımız değişir. Konuşmalarımızın değişiminden kastettiğim şey; farklı bağlamlarda duygu durumlarımızıın, dolayısıyla sözcüklerimizin ve cümle yapılarımızın farklılaşması. Mikhail Bakhtin((2)) bunu heteroglossia kavramıyla açıklamış. Heteroglossia, yani katmanlı dil, dildeki toplumsal söz biçimlerinin farklı şekillerde yapılanmasının adı.

Katmanlı dil üzerinde düşünmeye devam edersek bu katmanları türlü türlü dağıtabiliriz: meslekî ortam, ilgi alanlarına göre kurulmuş eğlence ortamı, içinde yaşanılan yöre, içinde yaşanılan ülke, üzerinde yaşanılan kıta ve sonunda bütün Yerküre… gibi sayısı belirsiz, kimisi birbiriyle doğrudan ilişkili olabilecek bir sürü katman tasarlayabiliriz. Aslında bu, bildiğimiz şeyin değişik bir ifadesi: her ortamın kendine göre bir âdâbı olur ve konuşmalar buna göre ayarlanır.

Kurmak istediğimiz sosyal çevreyi kurarken veya kurmamak istediğimiz sosyal çevreyi önlerken, ortamlara göre değişik ifadeler ve değişik davranış kalıpları geliştirmeye dikkat ederiz. Düşüncelerimizi fikirleştirirken 5N1K ilkesini herhangi bir şekilde açıkça kuramadığımızda ve bunu en saydam şekilde sesletemediğimizde elde ettiğimiz iki sonuç olur: birincisi, fikirleri muğlak veya eksik aktarmak; ikincisi, bundan dolayı ortamı istediğimiz gibi biçimlendirememek. Hintli büyücü de katmanlı dili iyi gramer ve telaffuz kurallarına göre ustalıkla kullanamamaktan dolayı gazaba uğradı. Belki de söylencede bahsedilen formül 5N1K’dır, kim bilir?

İstediğimiz sosyal çevreyi kuramamak ya da istemediğimiz bir sosyal çevreyi kurmak, demek oluyor ki, ortam için gerekli olan katmanlı dilde açık düşünememekten kaynaklanıyor. Çünkü şöyle denir((3)) : açık düşünebilen insan, düşüncesini de açık anlatabilir; insanın açık düşünmesi de kendi dilinde mümkündür. Ana diline veya herhangi bir dile olan hâkimiyetinin yanı sıra, artık hangi dili konuşuyorsa, dilin kendi ortamında özelleşmiş şekline olan hâkimiyeti de gereklidir. Yani katmanlı dilde gramer ve telâffuz hâkimiyetleri, açık düşünüp açık ifade etme için zorunludur.

Eliot’un kültür tanımına geri döndüğümüzde; doğumdan ölüme, sabahtan akşama kadar olan sürenin her bir kesitinde mutlaka bir ortam buluruz. Demektir ki kültürün içerisinde birden fazla tür ortam vadır. Bu ortam ister ilgi alanlarına göre yapılmış eğlence ortamı olsun, ister meslekî bir ortam olsun, ister ideolojik bir ortam olsun, ister yaşamsal ihtiyaçlar için kurulmuş bir ortam olsun; kendine göre bir düşünme, konuşma ve davranma âdâbı olur ve kesintisiz olarak mutlaka herhangi bir ortamın içindeyizdir. Tam da bu yüzden, kendimize göre sosyal bir ortam kurmak istediğimizde o ortama özgü bir alt kültür yapılandırmak zorunda kalırız. İletişime geçmelerimizin sıklığından yoğunluğuna ve uzunluğuna, kullandığımız sözcük sayısından konuşma hızımıza, el kol hareketlerimizden bakışlarımıza ve yüz ifadelerimize, mesaja eklediğimiz emojilerden attığımız randomlara kadar birçok ayrıntıyı kendimize özgü kullanabildiğimiz ve kabul ettirebildiğimiz sürece alt kültür yaratmakta başarılı oluruz. Alt kültürleri yaratanlar bizleriz.



((1)) Dil Denen Mucize; Walter Porzig; Çeviri: Vural Ülkü ((2)) Dil ve Kültür; Ayça Bakıner Çekin ve Hasan Çalışkan; Language Teaching and Educational Research ((3)) Öğretim Dili Olarak Türkçenin Sorunları; Sedat Sever; “Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını” konulu seminer bildirisi

Son Yazılar

Hepsini Gör

Türk Gramer Rüyası

1 “Gramer” kadim Avrupa felsefesini çağrıştırıyor ve biz kendimizi Avrupalı zannettiğimiz için doğal olarak büyüleniyoruz. “Gramer” dedikçe gotik mimarî eserlerinden sesler duyuyoruz. Çünkü hem Orta Ç

Ambarları Genişletmek (Ambar Meselesi)

Söz dağarcığımıza “ambar” dedim. Bu, İnsancıl Psikoloji’deki fenomenolojinin tam karşılığıdır. İnsanın kendisinin veya atalarının sözcüklenmiş algıları, sözcüklenmiş algılarıyla şekillenen otomatik ve

bottom of page